30 Temmuz 2010 Cuma

Elektronik Posta

12.12.2009 - 16.05.2010 tarihleri arasının özetidir.

05.03.2010 Cuma 22.45

DEĞER – EDER - PAHA

Sana en kısa zamanda ulaşacak yazılı metnin mail olabildiğini henüz kavrayabildim. Gel gör ki mektubun daha samimi daha içten olduğu kanaatindeyim. O kadar ki bazen bir yamuk defter üzerinde yazılan yamuk yazı bile samimiyeti simgeleyebiliyor. Burada ki nizami yazı şekliyse daha resmileştiriyor özlemlerimizi, zaten aramızdaki büyük mesafe ve bir yüz görmekten yoksun olmak resmiyetin varlığını hatırlatmada bu kadar ısrarcıyken bir de bu soldan 3cm sağdan 2.5cm boşluklu yazılar fazla gelebiliyor insana.

Mektubunun hala elime geçmemiş olması giderek daha da korkutuyor beni korkum yazmamış olman değil mektubun hiç elime ulaşmayacak olması ihtimalinin giderek artmasından dolayı. Çünkü bilirim ki güzel yazarsın içinden geldi mi çok güzel şeyler yazarsın hem de. Öyle ki kimi zaman gözyaşlarımı tutamadığım günler olmuştu çok iyi hatırlıyorum. Her ne kadar burada çok duygulu bir kişilik olmak pek avantaj olmasa da dedim ya her asker ağlar nasıl olsa kimseye çaktırmadan. Beni burada görsen tanıyamazsın yüksek ihtimalle çünkü burada taş kalpli biri oldum birçok insana bağırıp çağırıyorum bile. Her ne kadar bunu hak ettiklerini bilsem bile üzülüyorum ardından ya da kızıyorum kendime bunu yaptığım için ama gerçekten anladım ki askerde işler böyle yürüyormuş. Daha önce yazdım mı bilmiyorum buradaki uzun dönemlerin hepsi benden küçük hepsi 89 doğumlu çocuklar ve daha gerçekten çocuklar. Bana ya “uğur abi” ya da “uğur çavuş” diye sesleniyorlar zaten. Bende onlara ağabeylik yapmaya çalışıyorum elimden geldiğince. Daha öncede dedim ya her şeylerinden ben sorumluyum zaten o yüzdende komutanlardan azar işitmesinler hatta kimi zaman dayak yemesinler diye bazen kızarak bazen bağırarak da olsa yapmaları gerekenleri hep söylüyorum. Gelgelelim çok kızıyorlar bana çok yükleniyorum onlara diye. Hal böyle olunca bende bir hafta ağzımı açmıyorum, söylemiyorum hiçbir şey. O zaman anlıyorlar onların iyiliği için kızdığımı çünkü o bir hafta için ya azar işitiyorlar ya da maalesef ki dayak yiyorlar. Bu yüzden sanırım seviyorlar beni azda olsa yani diğer çavuşlarına kıyasla. Çünkü diğer kısa dönem arkadaş sadece kendini kurtarma çabasında yani bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı biraz. Elini taşın altına sokma, bu cahil çocuklara yardımcı olma, onları biraz bile olsa koruma kollama bilincinden çok uzakta. Zaten çoğu zaman komutan korkusundan ne yaptığını kendiside pek bilemiyor aslına bakarsan. Gelgelelim bu korku yüzünden beni de hep zor durumda bırakıyor o ayrı. Yani korkusundan komutanın yanına gidemediği için hep ben muhatap olmak zorunda kalıyorum e tabi bütün işlerde benim üzerine kalıyor.

Bu kadar asker sıkıntısı yeter diye düşünüyorum. Anladığım kadarıyla son on günü sıkıntılı geçen hayatına birde benim gereksiz asker sıkıntılarımı itelemeye gerek yok. Sabretme
konusunda ki müthiş teşhisine bir ekleme yapmak mümkün değil Söylenecek tek şey evet sabretmek çok zor şey hele ki burada. Çünkü orda işyerinde bazı şeylere çok canın sıkılıyor ve çoğu zaman başkalarının hatalarına sabretmeye çalışıyorsun bu çok zor biliyorum ama en azından saat beşten sonra gidip yarın saat sekize kadar bunlara bir ara verme şansın var yada sevdiğinin kollarına uzanıp dinlenme şansın ya da annenin kucağına yatabilme ya da ne biliyim istediğini yapabilme şansın. Bense burada sabretmeye hiç ara veremiyorum. Anneme koşamıyorum mesela ya da en yakın arkadaşıma gidip nelere sabrettiğimi anlatarak içimi boşaltabilecek şansı bulamıyorum. Sabretmek zor ise sabretmeye hiç ara veremeyenleri düşün belki o zaman biraz daha şanslı hissedersin kendini.

Ben den bana ulaşabileceğin bir numara istemiştin, bilseydim hiç aramayacağını ulaşmaya çalışmayacağını hiç vermezdim o numarayı. Bunu her zamanki sitemlerim gibi düşünme niye diye soracak olursan; birçok kişiye anlatmaya çalıştım hiç kimse anlamadı eminim ki bu psikoloji içine girmeden anlamayacaklarda! bu söylediklerim senin içinde geçerli. Burada insan sürekli bir bekleyiş içerisinde yani bir mektup bir telefon belki bir mail ya da facebook msjı. Buraya geldiğinden ne kadar az sevildiğini ya da ne kadar az merak edildiğini ya da tüm bunların tersi ne kadar sevildiğini vs ancak bu yollarla anlayabiliyorsun. siz bir numara istiyorsunuz, arayacakmış hissiyatı veriyorsunuz, biz bir kulağımızla tv dinlerken diğeriyle hiç gelmeyecek olan telefonunuzun çalmasını bekliyoruz. Siz ise belki oturup keyfinize bakıyorsunuz belki de gezip eğleniyorsunuz. İşte birilerinden telefon beklemekle birine telefon etmek arasında ki fark bu. Yanlış anlama neden aramadığını ya da arayamadığını az çok biliyorum tahmin ediyorum. Ancak sen dâhil kimsenin aklına maalesef bu ayrıntılar takılmıyor. Çünkü bunları anlayabilmek için bir dost sesi duymaya muhtaç kalmak gerekiyor ya da çok ince anlayışlı olabilmek ya da o arkadaşa çok değer vermek gerekiyor. Bütün bunlar bizi hep aynı sonuca götürüyor anlayacağın. o da; değer verdiklerinin gözünde aslında o kadar değerli olmadığın gerçeği. 10 haneli bir rakam çevirmek mi zor olan yoksa iki satır yazmak mı bilmiyorum sonuç olarak anlıyorum ki ne 10 hanelik rakam kadar ne de iki satır kadar değerin kalmıyor insan aklında.                                                   U.E.T.

Er mektubu görülmüştür.
08.01.2010
39. Mknz.P.Tug.K.lığı
İskenderun / HATAY

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Mucize Nağmeler



  Herkesin herşeyin tarzı var kendince. Kimisi kişiliğinin bir parçası haline getiriyor bu tarzları, kimisi yaşam tarzı haline. Bir de tarzsızlar var, güzel olanı seven sadece. Tarz adı altında kendini sınırlamamış, güzele kendini kapamamışlar. Yani en sevdiklerim. Farkettim ki kendimi onlardan biri olarak görüyorum artık. Ne mutlu bana! Bir gün önce sinemada çoğunun çocuk filmi diye elinin tersiyle ittiği, Avatar: Son Hava Bükücü' yü koltugumda çivili bir şekilde izlerken, bir sonraki akşam fasıl eşliğinde rakı balık masasında buluyorum kendimi. Eskiden hep neden diye sorarken bazı şeylere, bugün neden olmasın diyorum.. Bakarsınız bundan sonra mutlu olabilirim yoktan bi sebeple. Neden olmasın dediğinizi duyar gibiyim...


           

(Bu sofraya da beraber oturduk, nicesinde de yine sen ol isterim)

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Yalnızlık



yalnızlık.


her kimliğe doğuştan yazılı tek uğraşıdır insanın bir yaşama sırasında

tek sermayesi, sahip olduğu tek şeydir

kıymetini bilmelidir, dedi.

yalnızdır insan

hep kalabalıklara karışma telaşı bundandır.

kalabalık yalnızlıklar, yalnız kalabalıklar oluşur, şehir şehir ülke ülke.

kalabalık arttıkça artmaktadır yalnızlık da.

insan bir ölümü istemez, bir de ondan beter bir yalnızlığı

ama ikisi de muhakkak gelir başına bir yalnız yaşama sırasında.

ölümün değil ama yalnızlığın bir tek çaresi var, dedi.

tek çaresi aşktır bir yalnız yaşama sırasında nefes almanın

aşk da zaten iki yalnızın ortak bir yalnızlıkta buluşmasıdır, dedi

aşık olun!

gösterin birbirinize yalnızlıklarınızı

nasılsa ayrılık insanın tek kişilik yalnızlığını özlemesi.

sade ölüm değil, ayrılık da yaşamın emri..



evet söyledi

ya da ben duydum

duyduğuma göre elbet bir ses söyledi bu söylendikçe usulen söylenir olan sözleri.

evet duydum söyledi

her duyduğumda ağladım

pek çok ağlayışım sırasında duydum.

kalbim tutanak tuttu duyduklarıma

soruldu, dedi, cevap alındı

yaşamak, dedi, tek marifetiniz -biraz özen gösteriniz.

zulüm kimse zalimlik yapmayınca biter -mazlumlar dahil, dedi.

ama yapmayın, o daha bir çocuk, dedi tanrı..



ya gördüm neyleyim

insanlar vardı duvarın içinde.

ya ben hep duvara konuştum

ya da duvar değil konuştuğum, içinde insanlar var.

nedense beni anlasın istedim içinde insan olan duvarlar.

bilmiyorum,

belki de ben gerçekten delirdim

onlar haklı belki de.

içinde değil duvarların insanlar

sadece arasındalar..



(Yılmaz Erdoğan'ın kaleminden "Bana Bir Şeyhler Oluyor" adlı oyunun sonundaki müthiş Altan Erkekli yorumlu tiraddır.)

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Sizi ciddiyete davet ediyorum.

Zamanın birinde demiştim ki "hayat ne kadar yorsada beni hala gülebiliyorum ne iyi ama hayatı hep ciddiye almak lazım ne kötü!" Bugün öğrendim ki hayatı, herkesi ve herşeyi ciddiye almak lazımmış. Çünkü günün birinde birileri ya da bişeyler tarafından ciddiye alınmadığınızı öğrenmek acıtabiliyor birçok yerinizi.

'' başkalarını mühim bulmayanlar, bir gün kendilerini de mühim bulmayanlarla karşılaşacaklardır, fakat bu hakikat, onların mühim bulmamış olduklarının mühim olduğu manasına da gelmez...''

23 Temmuz 2010 Cuma

Daha ne kadar oyunlar oynanmalı?


Bülent Ortaçgil & Zuhal Olcay - Oyuna Devam (Turkcerock.net)



Hep oyunlarla büyüdük ya, oyunsuz yapamaz olduk hayatımızın hiçbir evresinde. Büyüdükçe ciddileşti oyunlarımız. Ama ilk göz ağrımız olan evcilikten hiç bıkmadık! Her yeni ilişkide yeni roller belirledik kendimize, kimisinde prenses olduk, kimisinde kül kedisi olduk, bazen kurbağa olduk prenses bekledik. Çoğunda bütün o güzel öpücüklere prense dönüşmek gibi bir karşılık bile veremedik. Evcilik oyunlarımıza kimseyi dahil etmedik ama! Yani oyunlarımızda hiç yan rol yoktu, olmamalıydı da. Halbu ki eksiktik böyle. Yani iki kişilik oyun olmazdı ki nereye kadar giderdi böyle? Birisiyle oturup karşılıklı ne kadar tavla oyanayabilirdik mesela. Oyunun adı evcilik bile olsa iki kişi sıkılırdı tek başına, biz hiç göremedik bunu ama biliyorum ya sen istedin bunu ya da o. Yani iki kişide yalnız kalmayı istemez ki!.  Birimiz diğerine oyun oynadı yani dediki " biz yalnız güzeliz ". Hayır kimse yalnızken güzel değil. Biz farkettik ama üzerimizden oyunlar oynandığını; yani onun bize oyun oynadıgını anlamak ne kadar zor olabilird ki! "Ben yalnız biz olalım istemiyorum", "oysa o; hep yalınz olalım istiyor." ve sonuç olarak biz yalnızız. Evet, evet o kazanıyor haklısın. Kendi kurduğu oyunda kendi kendini yeniyor ve bu böylece sürüyor. Bir evcilik oyunu içinde, bir ego oyunu ve bolca kandırmaca. Oyunlar hiç bitmiyor.

   Kurbağada olsak, kül kediside ya da prens, prenses hepimiz birer oyuncuyuz. Ya kendi oyunumuzda ya da başkalarının oyunlarında ve hepimiz kaybediyoruz oyunlarda. Kabul edelim  küçükken güzeldi bu oyunlar çünkü akşam ezanı okununca biterdi tüm oyunlar. kimse uzun süreli üzülmezdi. Daha ne kadar oyun oynamalı, hep kaybeden bizken?

4 Temmuz 2010 Pazar

ne iyi ne kötü!

Zaman kavramının ne denli göreceli olduğunu unuttuğumu farkettim geçen bi haftada. Oturdum muhasebesini yaptım bir pazar günü geride kalan haftanın. P.ertesi bunu yaptım salı bunu yaptım çarşamba bunu şunu yaptım. Bir sürü şey saydım kendimce sanki bir ömürlük iş yaptım. Gelgelelim bir hafta geçti altıüstü. Bu pazar günü üç beş pazar geçirmiş kadar yorgunum halbuki. Bu yorgunluk yaptıklarımdan mı yoksa yapamadıklarımdan mı kaynaklanıyor onu bilemiyorum işte. Yoksa yorgunluğum hayatımın ne yöne gittiğini bilmediğimden mi kaynaklanıyor. ama hala gülebiliyorum; ne iyi. gelgelelim hayatı hep ciddiye almak lazım; ne kötü!

Derdi kendi ile olana derviş, Sevdiği ile olana mecnun diyorlar. Derdi varoluşsal olana ne dendiğini bilmiyorlar. Anlıyorum ki derdi derin o...